6 Ekim 2011 Perşembe

kazukoğlu köyü düzce

Temel kazısında Roma mezarları bulundu

Antik liman kenti Soli Pompeiopolis'in bulunduğu Mersin'in Mezitli İlçesi'nde inşaat temel kazısında Roma Dönemi'ne ait olduğu belirtilen 4 kaya mezar ortaya çıktı.

Perşembe, 09 Nisan 2009 16:56

Akdeniz Mahallesi'nde bina inşaatı için temel kazan inşaat çalışanları, mezar bulunca durumu polise bildirdi. Polis ekiplerinin Mersin Müzesi görevlilerine haber vermesiyle olay yeri incelemeye alındı. Yapılan incelemede, mezarların M.S. 2'nci Yüzyıl Roma Dönemi'ne ait olduğu saptandı. Müze yetkilileri, kayaların üst kısmından oyularak, mezar yapılmış olabileceğini söyledi. Mezarların içinden çok sayıda kemik ve kafatasının yanı sıra, parfüm şişesi, yağdanlık ve tencere kapakları çıktı. Kazılar Mersin Müze görevlileri tarafından devam ettirilirken inşaatın da 24 saat polis koruması altında olacağı kaydedildi.

‘BİLİNÇSİZCE KAZMAYIN’ UYARISI

Yaklaşık 1 ay önce ise ilçeye bağlı Kuyuluk Beldesi'nde bir temel kazısı sırasında aile mezarı olduğu tahmin edilen 4 mezara daha rastlanmıştı. Günümüzden 1800 yıl öncesine ait mezarlardan birinde yapılan kazı çalışmaları sonucunda, o dönemlerde mezarlara hediye olarak bırakılan koku şişeleri, gözyaşı şişeleri, bir sikke, mühür ve el baskı eşyası çıkmıştı. Mezardan çıkan tarihi kalıntılar Müze Müdürlüğü'ne teslim edilmişti.

Ortaya çıkan mezarın ardından, müze yetkilileri bilinçsizce temel kazma işlemi yapılmaması konusunda vatandaşları uyardı. Yetkililer önümüzdeki günlerde ilçede inşaat çalışmalarının hızlanması ile birlikte bu tür tarihi eser, mezar veya kalıntılarla daha çok karşılaşılabileceğini tahmin ettiklerini söyledi. Ayrıca yapılacak inşaat çalışmalarında tarihi ve kültürel varlıklara zarar vermeme açısından Mezitli Kaymakamlığı’na bilgi verilmesi, özellikle temel açma çalışmalarının konusunda uzman müze yetkilileri ve belediye yetkilileri gözetiminde yapılması önemle uyarıldı.

Antik Liman kenti Soli Pompeiopolis'in bulunduğu ilçede gün ışığına çıkan mezarlar ilçe halkına heyecan verdi. Mezarların Mersin turizmine kazandırılması gerektiğini söyleyen vatandaşlar, bu tür kaya mezarların binlerce olduğunu ve kazı çalışmalarının her noktada sürdürülmesini istedi.
timetürk
Hz. Muhammed'i müjdeleyen Barnabas İncili bulundu



Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyen Barnabas İncili ele geçirildi.. KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan dördüncü St. Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı. Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.Barnabas İncil’i Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve ’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın, "Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu" yazıyor ve Hz. Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor. Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce "Apokrifal" adlı kitabında dört Barnabas İncili’nden birinin Kıbrıs’tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu

ALINTIOsmanlı arşivlerine yoğun yabancı ilgisi!

Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, geçmişte Osmanlı sınırları içinde yer alan ülkelerin araştırmacıları başta olmak üzere yabancıların arşivlere yoğun ilgi gösterdiğini söyledi.

Budak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Osmanlı Devleti'nin yönetim başarısını merak eden yabancı araştırmacıların devlet arşivlerinde araştırma yaptığını belirtti.

Türkiye'de tarih bölümlerinin sayısının artmasına paralel olarak, iktisat tarihi, siyaset tarihi, siyaset bilimi ve sanat tarihi alanında son yıllarda farklı kesimlerden araştırmacıların, çok farklı konularda araştırma yaptığını ifade eden Budak, ''geçmişte Osmanlı sınırları içinde yer alan ülkelerin araştırmacıları Osmanlı arşivlerine yoğun ilgi gösteriyor. Amerika'dan Japonya'ya, Finlandiya'dan Yemen'e, Kuzey Afrika ülkelerine, özellikle Osmanlı hinterlandı sınırları içinde geçmişte yer alan Balkanlar ve Arap dünyası olmak üzere yoğun bir talep var. Bunların dışında Amerikan ve Japon araştırmacılar arşivle daha yoğun şekilde ilgileniyorlar'' dedi.

-''OSMANLI TARİHİ KONUSUNDA JAPONYA BİR MERKEZ HALİNE GELDİ''-

Yabancı araştırmacıların Osmanlı'nın başarısındaki sırrı araştırdıklarını kaydeden Budak, özellikle Japonlar'ın bu konuda yoğun bir çalışma içinde olduklarını belirtti.

Osmanlı Devleti'nin 16. ve 20. yüzyıl arasında Avrasya'nın merkezine hükmettiğini hatırlatan Budak, şunların söyledi:

''Yabancılar Osmanlı arşivleriyle neden ilgileniyor? Osmanlı başarılı bir şekilde hükmetmiş. Osmanlı'nın başarısının neye dayandığını öğrenmek istiyorlar. Osmanlı tarihi konusunda Japonya bir merkez haline geldi. Bizden bile Japonya'ya misafir öğretim üyesi olarak giden araştırmacılarımız var. Büyük emperyal devletler bunu yapar. Hedeflerindeki ülkelerin tarihini araştırırlar. Nitekim Napolyon da Mısır'ı işgal etmeden 10 yıl önce Mısır'a bir araştırma heyeti göndermiştir. İnsanlar ne yer, ne içer, neye tepki gösterirler? Bunları raporlar halinde almıştır. Rusya Orta Asya'yı fethetmeden önce 1857'lerde İstanbul Büyükelçisini Türkistan'a gönderip raporlar almış, bu raporlara dayanarak 1864'ten sonra Buhara, Semerkant ve Kaşkar'a kadar olan bölgeyi işgal etmiştir. Irak'ın işgalinden önce de kim bilir ne kadar araştırma yapılmıştır.''

Araştırmacıların Osmanlı Devleti'nin sosyo ekonomik yapısı, bürokratik organizasyonu ve siyasi işleyişini araştırdıklarını kaydeden Budak, şöyle konuştu:

''Bizdeki çalışmalar ise kişilere bağlıdır, bir yönlendirme yoktur. Çalışmalarımız niteliklidir ama çoğu da istikametsizdir, rastgeledir. Batıda bilgi güce endekslidir, gücün hizmetine verilmek için yapılır. Belki Amerika'da Kürtler konusunda daha fazla çalışma yapılmıştır. Rusya'da Kürdoloji Enstitüsü 19. yüzyılda kurulan bir bölümdür. Bizim kendi sorunumuz; Türkiye'de bu konuda üniversitelerimizde araştırma yoktur.''

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün çalışma şartları ve personelin niteliği konusunda yerli ve yabancıların cennet olarak nitelediği bir kurum olduğunu ifade eden Budak, hizmetler konusunda yerli ve yabancı araştırmacıların takdirini kazandıklarını sözlerine ekledi.Dünyanın ilk sarayının bulunduğu Aslantepe Höyüğü'nde iki yıldan bu yana yapılan kazı çalışmalarında Anadolu'da ilk merkezi devlet sistemini kuran Hitit uygarlığına ulaşılmaya çalışılıyor


Malatya Müze Müdürü İzzet Esen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Hititlerin M.Ö. 1700 yıllarında Anadolu'ya geldiklerinin bilindiğini, Anadolu'da yaşamış ender bir topluluk olduğunu ifade etti.
Hititlerin hukuk sistemiyle günümüz hukukuna dahi ışık tutabilecek kadar ileri olduğunu kaydeden Esen, şu bilgiyi verdi:
''Hititler, Anadolu'da ilk merkezi devlet sistemini oluşturan topluluktur. M.Ö. 1700'lerde Anadolu'ya üç farklı yoldan geldikleri biliniyor. Hititler, Anadolu'ya devlet oluşumu, yönetimi biçimi, eyalet sistemi gibi konularda çok önemli katkılar yaptı. 'Pankuş' adı verilen bir meclisi vardı. Hukuk sistemi oldukça gelişmiştir. Zaman zaman dışarıdan olan baskılar nedeniyle hukuksuzluklar yaşanmış olsa da ender bir hukuk devletidir. Anadolu'ya başta hukuk sistemi olmak üzere devlet anlayışıyla büyük katkı yaptılar.''
-''MALATYA TİCARET YOLLARINDA ÖNEMLİ BİR GEÇİŞ NOKTASINDAYDI''-
Bölgede Hititlerle ilgili yeterli araştırmaların yapılmadığını savunan Esen, şunları kaydetti:
''Aslantepe Höyüğü'nde fiilen devam eden kazı var. Bilgilerimizin birçoğu da bu kazılara dayanıyor. 1970'li yıllarda yapılan baraj kurtarma çalışmaları var. Buradaki çalışmalarda Hitit dönemine ait buluntular ele geçirilememiş. Daha geniş kapsamlı bir kazı olsaydı daha geniş bilgiler elde edilebilirdi. Son iki yıl içinde de Geç Hitit tabakasında kazılar başladı. M.Ö. 2000'li yıllarda Asurlarla Anadolu arasında yapılan ticaret sisteminin oluştuğu dönemlerde Mezopotamya'dan Anadolu'ya üç kervan yolu üzerinden geliniyordu. Bu üç güzergahtan iki tanesi Malatya üzerinden geçiyor. Malatya özellikle bu dönemlerde önemli ticaret yerlerine sahipti. Bu bölgede yeterli yüzey araştırmaları yapılmalı.''
İtalya La Spienza Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Aslantepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Marcella Frangipane başkanlığında sürdürülen kazılarda höyüğün kuzeyinde Geç Hitit Dönemi'ne ait bir yapı tabanı bulunmuştu.
Yaz döneminde Hitit dönemi ile ilgili kazılar devam edecek.

Tarihte Kagit ve Basim

Ortaçağ, tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun, güç ve acılı olmakla birlikte, sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak, en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar, ortaçağın uygarlığa başlıca katkıları ve önemli çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç atılım, toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir.

Bu icatlardan birincisi, baskı dır. Gutenberg’den önce hazırlanmış bir kitaba bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden, deriden ya da tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey… İçinde, papazların aylarca çalışarak, büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri bir teoloji ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki, kitap, o çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük kitaplıklarda bile birkaç yüzden fazlasını bulmak imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden ödünç almak isteyen Kral XI. Louis bile gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı.

XIV. yüzyılın sonlarında, ansızın ortaya “Kylographie”ler çıkıverdi. Bunlar, üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda, Çin’de olan, bu oyma desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu, titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da yazının çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve geriye kalan kabartma kısımlar iyice mürekkeplenip kağıda basılıyordu.

‘Bu tekniği Avrupa’ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın başlarında, iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin bolca dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları basılıyordu. Oyun kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir; bunlar, Avrupa’da görünür görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar, tahta gravürlerle basımı sayesinde bollaşırca, fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların tek levhayla değil de, biri resmi, öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara, daha sonra da harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün bu olgular zincirleme olarak birbirini izler yani birinden ötekine kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı (basım harflerini) icat etmek yetmez, bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi de kurmak gerekir.

Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423′te gerçekleştirildiği, mucidinin de kilise adamlarından ve çağının en önemli “kylografi” basımevlerinden birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan ve bunları kelimeler ve cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa gerektir. 1440′dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla Donatus’un “Latin Grameri”ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre, gelecek kuşakların Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da onun çırakları arasındaydı. 1400′de Mayence’de doğan ve bir yargıcın oğlu olan Gutenberg, ailesinin yoksul düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama kısa süre sonra politikaya fazlaca karıştığından, ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Coster’in yanında çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında büyük bir devrim açacağını, o çağlarda sezdiği, kuşku götürmez.

Gutenberg’i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg’da görüyoruz. Harfleri tahtadan değil, dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448′de, icadından yararlanmak ve para kazanmak üzere Mayence’e döndü. İki yıl sonra, zengin bir burjuvadan gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer’le birlikte işe koyuldu.

Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence’deki küçük atölyede kurşun ve antimon bileşimi kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün dökümcüleri hurufat imalinde bu bileşimi kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın iki yanına birden basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme görülmüştü.

Uzman tarihçiler, Gutenberg’in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı, yalnız on iki tanesi günümüze kadar gelen, iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık “İncil”dir.

Gutenberg, 1467 ya da 1468′de öldüğünde, icadı baş döndürücü bir hızla yayılmaktaydı. Önce İtalya’yı fethetti; 1464′de Roma yakınındaki Subiaco’da; 1470′de de Roma’da ilk basımevleri kuruldu. 1469′da onu Paris’le Fransa izledi. Budapeşte ilk basımevine 1473′te, Oxford 1479′da kavuştular. Yüzyılın sonlarına doğru sayısız Avrupa şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız “İncil” basılmaktaydı.

İcat, tanıtılmış, kabul ettirilmişti; iş, bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu. Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490′da Aide Manuce, Venedik’te 1504′te Henri Estienne, Paris’te; 1555′te Christophe Plantin Anvers’de; 1587′de Louis Elzevir, Leyde’de… Ancak Gutenberg’in kullandığı “gotik” harfler yerine 1464′te “romen” harfleri; 1500′de de “italik”ler kullanılmaya başlandı.

Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp dökmeye gerek var mı? İlk ağızda felsefe eserleri ve kutsal kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi, böylece her düzeyde ve zekâda insanın okuyabilmesi, eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu, insanı doruğa yükseltme amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu.


alıntı

Çin Seddi, tahmin edilenden daha uzun
    


                        Çin Seddi, tahmin edilenden daha uzun

            Çin Seddi'nin, 1368-1644 yılları arasında hüküm süren Ming
Hanedanı zamanında, tahmin edilenden 2551,8 kilometre daha uzun, yani 8851,8 kilometre olduğu bildirildi.


     Bu sonuca, Çin Kültürel Miraslar İdaresi ile Devlet Haritacılık Bürosu tarafından yapılan ve iki yıl süren ortak araştırmayla ulaşıldı.
     Yapımına M.Ö 259-210 yılları arasında yaşayan İmparator Çin Şi Huang döneminde başlanan Çin Seddi, 1987 yılında Birleşmiş Milletler;in Dünya Mirasları arasına alındı.
Son araştırmada Ming Hanedanı döneminde Çin Seddi'nin kuzeydoğudaki Liaoning eyaletinin Huşan bölgesinde başladığı ve kuzeybatıdaki Gansu eyaletinde bulunan Ciayü geçidine ulaştığı ortaya çıkarıldı.
Çin Seddi Liaoning, Hıbey, Tianjin, Pekin, Şanşi, İç Moğolistan, Şaanşi, Ningşia, Gansu ve Çinghay olmak üzere kuzey Çin'deki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder